Profesyonellik ile kişisel görünüm veya benliğin toplumca makbul görülmeyen tezahürleri arasındaki dikotomileri artık aşmanın vakti geldi mi? Kim bilir belki de artık otantikliğin makbul olduğu zamanlar gelmiştir.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir görsel dolaşıyordu. Pullu elbisesiyle, ağır makyajlı bir doktorun özel bir hastanede hasta kabulüne başladığına dair bir outdoor ilanı görüyoruz görselde. Elbette iyi kötü bolca yoruma yol açmış, çılgınca paylaşılmış ve viral etkisi yaratmış. İlk başta pek umursamadım ve etkileşime girmedim. Ne de olsa post-hakikat çağında yaşıyor ve artık neye inanacağımızı bilemiyoruz. Fake veya trollük bir paylaşım olduğunu düşündüm. Sonra gerçek bir doktorun, gerçekten böyle bir ilanı verdiğini öğrenince ilk başta dumur oldum. Zaytung gibi bir ülkede yaşamıyor muyuz harbiden?
Sonrasında denk geldiğim bir haberde doktorun tepkisini okudum. Doktor kendi hesabında şöyle bi açıklama yapmış: “Doktor reklamlarında klasik bir doktor pozu vardır ya, böyle kollar önden sarılı...O poz çok verildi, alternatif poz aradım, Instagramdaki tiki kadın pozuyla doktorluğu birleştirince bu çıktı. Yeni trend bu olsun sayın meslektaşlarım...Özel hastane reklam afişleri az renklensin canııııııımmm...Bizler sıkıcı insanlar mıyız, aslaaaaa....”
Bir iletişimci gözüyle baktığımda altta yatan arzuyu net olarak görebiliyorum. Bilindik, hiçbir etki yaratmayan klişe bir yaklaşımla hedef kitleye seslenmekten ziyade, bakın ben farklıyım, klasik, sıkıcı bir doktor değilim demek istemiş. Biraz kişilik, biraz yaratıcılık katmak istemiş diye anlıyorum. Bununla beraber amaç hedefinden ziyadesiyle şaşmış. Bir doktorun iletişim, algı yönetimi gibi konularda tecrübeli olmasına gerek yok ama ilanın profesyonel hastane yönetiminden onay alıp, outdoor’a kadar çıkması beni biraz şaşırttı. Bazen iletişimci olarak ne kadar aşikar bir iş yapıyoruz düşüncesine kapıldığım oluyor fakat sanırım gerçekler bizim kendi fanusumuz içerisinde algıladıklarımızdan daha farklı olabiliyor. Görünen o ki iletişim danışmanlarının rolünü hiç de azımsamamak gerekiyor. Bu arada bu konudaki profesyonel görüşüme bu yazının sonunda değineceğim.
Öte yandan gelin neyin nasıl olması gerektiğine dair dogmatik fikirleri bir kenara bırakıp, kalıplaşmış yargılarımızı da bir sorgulayalım.
İş dünyasında makbul olanı genellikle “takım elbiseli ciddi adamlar” veya “inci küpeli döpiyesli topuklu ayakkabısıyla hanım hanımcık kadın” tiplemeleri dikte ediyor. En azından stock görsellerine, reklamlara, ilanlara, röportajlara baktığımızda bu algı oluşuyor. Bu görüntüye uymayan, bu algıyı oluşturmayan kişiler işlerinde uzman profesyoneller olamaz mı?
Neyse ki siyah tişörtü, parmak arası terlikleriyle iş dünyasına arzı endam eden Facebook kurucusu Mark Zuckerberg iş dünyasının “yeni cool”unu belirledi. Sıkıcı kravatlarından kurtulmak isteyen pek çok CEO’nun bu akımı izlemesiyle, imrenilen esnekliğiyle startup kültürü, günlük kıyafetleri “yeni makbulümüz” haline getirdi.
OTANTİK BENLİĞİN YÜKSELİŞİ
İş dünyasında kılık kıyafet yönetmelikleri evrimini sürdürürken, aynı şeyi otantik benliklerimiz için de söyleyebilir miyiz? Toplumsal normlara uyum sağlama gayesi içinde makbul kabul edilmeyen yanlarını gizlemeye alışmış bünyelerimiz sosyal medyayla beraber fazlasıyla ifşa oldu. Tabi burada seçmece paylaşımlarla kişisel marka ve algı yönetimini ustaca yapanları kastetmiyorum. Bu konuda uzmanlığı olmayan veya profesyonel-özel hesap ayrımı yapmayan, buna vakti olmayan geneli kastediyorum. Bir kale gibi koruduğumuz özel hesaplarımız artık aile yakınlarımız da, genel müdürümüz de, üst yönetimimiz de sirayet ediyor. Birbirimizin hayatlarına sosyal medyadan tanıklık ediyor, Zoom ekranlarından birbirimizin evlerine misafir oluyoruz. Seçeneklerimiz ya paylaşmayacaksın ya seçici paylaşım yapacaksın ya da başkalarının ne düşündüğüne takılmayı bırakıp olanca gerçekliğini kabul edeceksin.
Her gruba ait olan bir kesim olsa da genel olarak gözlemim o ki daha çok mutlulukları, iyilikleri, güzellikleri, yediğini, içtiğini, eğlenceli, güzel hallerini paylaşırken, artık giderek daha fazla kişi üzüntülerini, depresif hallerini, öfkelendikleri durumları, mutsuzluğunu da paylaşıyor. Dağınık saçları, pijaması, makyajsız halinden utanmadan paylaşıyor. Yani toplumca makbul görülmeyen, incinebilir ve zayıf yönlerimizi de artık daha fazla gösteriyoruz.
Geçen gün Guardian’da okuduğum bir yazıda Y jenerasyonunun tabu görülen konuları konuştuğu ve zayıflıklarını sergilemekten çekinmediklerinden dolayı, tanım olarak “shame-resilient” kelimesinin kullanıldığını gördüm. “Harbiden öyleymiş” diye geçirdim içimden. Bu niteleme, aklıma beş-altı yıl önce ilk pole dance dersleri almaya başladığım zamanları aklıma getirdi. O dönemlerde pole şimdiki gibi yaygın değildi ve popüler bir spor-dans dalı olarak görülmüyordu. İstanbul’da sadece iki stüdyo vardı. İnstagram poledaşlarımla etkileşime girdiğim yegane mecra olduğu için her hafta öğrendiklerimi ben de hevesle paylaşıyordum. Doğal olarak ben de toplumsal stigmadan payıma düşeni aldım. İş çevremden şaşkınlıkla “şurda şurda okumuşun, şurda şurda çalışmışsın, hiç de öyle ‘şey’ gözükmüyorsun” gibi yorumlar aldım, annem “her şeyini koyma” dedi, kardeşim “kendini rezil ediyorsun” dedi. Çok takılmadım, shame-resilient’ız ne de olsa 😊 Oysaki stüdyom iyi eğitimli ve iş yaşamında başarılı kadınla doluydu. Hobileri onları daha az profesyonel yapmıyordu. Kaldı ki akademik ve profesyonel ünvanlarınızın olmaması sizi daha az saygıdeğer de yapmaz! Neyseki bu stigma da zamanla dağıldı.
Bir yandan da lise yıllarım aklım geldi. Her sabah ceketsiz geldiğim için, benim gibi diğerleriyle beraber bir köşeye çekilir ve kuralları dikte etmeye çalışan öğretmenimiz bir 10 dakika boyunca nutuk çekerek, biz “asileri” hizaya sokmaya çalışırdı. Benim gibi 80’ler de doğmuş olanlar, hayat çok değişmedi mi?
Doktor haberine bakarken biraz daha altta algoritma karşıma benzer bir haber daha çıkardı. Seda Sayan’ın programında frapan kırmızı elbisesi, kırmızı rujuyla göbek atan bir kalp damar cerrahı. Doktor bir Tiktok fenomeni, göbek attığı videolarıyla 172 bin takipçisi varmış. Açıkçası videoyu izleyince yüzüme bir gülümseme yerleşti. Ne kadar otantik bir kişilik diye düşünmekten kendimi alamadım. Doktorluğunu da sorgulamadım.
SÖZÜN ÖZÜ
Profesyonellik ile kişisel görünüm veya benliğin toplumca makbul görülmeyen tezahürleri arasındaki dikotomileri artık aşmanın vakti sizce de gelmedi mi? Kim bilir belki de artık otantikliğin makbul olduğu zamanlar gelmiştir. Pazarlama üstadı Seth Godin bile “We are All Weird: The Rise of Tribes and the End of Normal” diye bir kitap yazdıysa son noktayı koyabiliriz bence. Şiddetle tavsiye ederim.
Bu arada yukarıda bahsettiğim iletişimci olarak profesyonel görüşüme gelecek olursam; her markanın ve her kişinin kendi biricikliğini kucaklaması gerektiğini düşünüyorum. İletişimde “salt makbulün” peşinde koşan pek çok marka birbirinin aynı iletişimleri, “şimdi moda bu”, “herkes bunu yapıyor” diyerek yapıyor. Oysaki marka olarak kendi özümüzü keşfettiğimizde ve bunu belki de “makbul” olan ile bir noktada kesiştirmeyi başardığımızda işte tam o noktada hem farklılaşmayı hem de pozitif bir algı yaratmayı başarabileceğimizi düşünüyorum.
Siz ne düşünüyorsunuz? İş dünyası otantik benliklere hazır mı? İletişimci veya profesyonel çerçeveden baktığınızda sizin yorumunuz ne olurdu?
Comentarios